RÜŞVETÇİ BİR GAZETECİNİN İTİRAFLARI!
İnsanlık tarihi kadar eski bir kurum; 'rüşvet'
Evet evet bir kurum olmuş. Rüşvetle savaşlar başlamış-bitmiş, sandık sandık hazineler verilmiş rüşvet olarak. Hatta 'kadın' bile rüşvete konu olmuş zaman içinde.
Onun hakkında söylenen en klişe deyim 'belgesinin olmayacağı' yönünde. Gelişen teknoloji ile telefon konuşmaları, gizli kamera kayıtları belge kabul edilince, işler değişti.
Uzun zamandır yeraltına çekilmiş, işini sessiz ve derinden yürüten 'rüşvet' bugünlerde yeniden afişe oldu. Ama ne olmak...
Halk ikiye ayrıldı, medya ikiye ayrıldı, polis de...
Bir taraf rüşvet ve yolsuzluğun üzerine gidilmesi isterken, diğer taraf da komplo itirazıyla feveran ediyor.
Devlet kurumlarında rüşvet Özal'ın meşhur “benim memurum işini bilir” lafıyla 'onaylanmış' hatta taçlanmıştı.
Sonra hiç hız kesmedi.
O tarihlerde Türkiye Cumhuriyeti'nde yolu resmi daireden geçenlerin rüşvet vermeden işini hallettirme ihtimali, Mayaların 2012'de kıyamet kopacağı kehanetinden daha düşüktü.
Kendi adıma verdiğim rüşvetin haddi hesabı yoktur.
Hayatımda rüşvetin çok önemli yeri bulunuyor.
Şimdi hepiniz “Adamın yüzü kızarmadan, bol bol rüşvet verdim diyor” şeklinde zihin egzersizleri yapıyorsunuzdur. Haklı olarak.
Hiç değilse “bir rüşvetçinin itirafları”nı ağız tadıyla dinleyin. Tekmili birden...
Rüşvet ve yolsuzluk gündemin zirve konuları olduğu için, uzun süre önce zihnimin derinliklerine hapsettiğim 'rüşvetli günleri' yeniden hatırladım.
Hatta gazeteciliğe başlamama 'rüşvet' sebep oldu desek yeridir. İlginizi çekti mi?
Çorba parası
Benim kuşak iyi hatırlar o yılları. Aracınızla yolda seyrediyorsunuz. Dikkat çevirme var...
“Ehliyet ruhsat”
“Buyrun”
“Aracın pulu eski”
“Olur mu memur bey daha geçen ay aldım”
“Öyle mi”
“Muayene zamanı geçmiş”
“Daha iki ay var”
“Hııı. Arka Stopları bir yak bakalım. Sinyalleri de...”
Polis aracın arkasına geçer. Dikiz aynasından işaret eder. “Sağ, sol”
Eski araçlar malûm. Memur araçta mutlaka bir sorun bulur. Sonunda yavşak bir gülümsemeyle yanınıza gelir: “Sol sinyal yanmıyor. 30 lira cezası var”
“Aman abi ne diyorsun”
Başlarsın. Kıvranmaya: “Araba zaten benim değil. Patronun. Ceza yazarsanız maaşımdan keser” “Babamdan habersiz aldım. Memur bey lütfen ceza kesmeyin”
Polis, ikna olmaz ayaklarıyla ortamı biraz daha gerer ki, kurtuluşun olmadığını iyice idrak edesin. Sonra yumuşar, ardından o meşhur bilindik cevap gelir: “At bir çorba parası”
“Rüşvetçi mi olacaksın?”
80 ve 90'larda rüşvetin en çok palazlandığı kurumlardan birinin “emniyet” olduğu söylenir. Özal döneminin çocukları olduğumuz için rüşvetle alâkalı haddinden fazla hikâye duydum. Ortaokul döneminde Polis Koleji sınavlarına girip, polis olmayı kafama koymuştum.
Babam karşımda bir set olarak çıkana kadar...
Rahmetlik bugüne kadar tanıdığım en saf ve düz mantık adamlardan biriydi. “Polis olup rüşvetçi mi olucan” dedi.
“Neden rüşvetçi olayım, herkes rüşvet mi alıyor”
“Evladım rüşvet almazsan, aralarında barındırmazlar. Şehir şehir sürerler. Sen de o çarkın içine girmek zorunda kalırsın”
Biraz ayak direttim, ikna olmadı babam. “Rüşvet” yüzünden polis olamadım anlayacağınız. İçimde ukde kaldı.
Polis olmadık iyi mi oldu?
Ortaokuldan sonra tahsile nasıl devam edeceğim konusu gündeme yeniden geldi. Rahmetlik ticaret lisesine gittiği için bana da, orayı tavsiye etti. Çok düşünmedim gittim. Derslere bak: hukuk, maliye, muhasebe, pazarlama...
Başarılı olamadım derslerde. Biraz da haylazlık ağır bastı. İkinci sınıfta gümleyip; o güne kadar zayıf getirmeyen ben bütünlemelerde bile başarılı olamayınca sınıfta kaldım.
Aile ve eş dost içinde utanç...
İki seçenek var.
Bir: Sınıf tekrarı. (Bunu gururuma yediremiyorum)
İki: Okul dışında bekleme.
İkincisi uygundu benim için, öyle yaptım. Babam “meslek derslerin zayıf. Pratikte öğrenmek daha kolay. Bir muhasebe bürosunda çalışmaya başlasan iyi olur” dedi.
Yaş 17. Vergi dairesi, sigorta müdürlüğü, ticaret odası, esnaf odası, her sabah çıkıyor, akşama kadar buraları dolaşıyor, akşam olunca da gece 10-11'e kadar defter yazıyor, beyanname dolduruyorum. Günler geçiyor. Yapılacak iş, çekilecek çile değil. Şimdiki gibi bilgisayar yok. Resmi matbu ne varsa herşey elde yazılıyor. Hatta ve hatta yevmiye ve kebir defterlerinin dolma kalemle yazılması gerekiyor. Ulan anam beni bunun için mi doğurdu. Yandan kollu facit hesap makinasıyla rüyamda bile hesap yapar duruma geldim.
Lafı uzatmayayım.
O günlerde, şirketlerin karar defterlerine aldığı tüm kararların Ticaret Sicil Memurluğu tarafından onaylanıp ticaret sicil gazetesinde yayınlanması gerekiyordu. (Şimdi nasıldır bilmiyorum)
Geçen yıl kapanan Sultanahmet Adliyesi'nin bodrum katında İstanbul Ticaret Sicil Memurluğu vardı. Dar bir koridor, koridorlarda sağlı sollu raflar, raflarda dosyalar. Bir memur odası. Oda yaklaşık 60-70 metrekare civarında. Duvarlarında raflar, raflarda yığınla dosyalar. üç tane banko u şeklinde, üç bankoda üç bayan memur: Yazıcı. Bir tane şef ve bir müdür. Hepsi aynı odada. Bir de iş takibi için gelen, muhasebeciler ve vatandaşlar: Aynı anda 40-50 kişi. İki tane de arşiv odası: burada bir görevli arşivci.
Emsalim olan muhasebeciler çok iyi hatırlayacaklardır Sicil Memurluğu'nu.
İstanbul'da kayıtlı tüm şirketlerin dosyaları burada. (Bugün düşününce oldukça stratejik bir yermiş)
“Aradan neredeyse 27 yıl geçmiş tüm detayı nasıl hatırlıyorsun” diyeceksiniz. Hafızamda nasıl yer ettiğini varın siz anlayın.
Bir şirketin; yönetim kurulu toplanıp şirketle ilgili herhangi bir karar alındığında, karar defterine yazılır. Alınan kararın Ticaret Sicil Memurluğu tarafından onaylanmasından sonra, ticaret sicil gazetesinde yayınlanır. Ticaret sicil gazetesinde yayınlanmayan hiçbir şirket, kararını hayata geçiremez.
Ticaret Sicil Memurluğu'nda işler şöyle yürüyor:
Karar defteriyle gidiyorsun. Önce arşivden şirketin dosyasını çıkartmak gerek. Arşivciye dosya numarasını veriyorsun. Adam gidiyor. Bekle bekle...
Önümden gelip geçiyor.
“Abi bizim dosya..”
“Tamam biraz bekle. Sıra var”
Elin mahkûm. Beklemeye devam.
Geliyor geçiyor yine memur. Tam ağzını açıcan, senden önce davranıyor. “Senin dosyayı bulamıyorum”
Buyrun bakalım.
“Nasıl olur abi. Nereye gidecek koca dosya”
Dosya kaybolursa, o şirket buharlaşmış gibi bir şey oluyor. Tüm kararlar, sicil gazetesi ilanları içinde.
“Abi bir daha bak”
“Olur”
Bekle, bekle yine haber yok bizim dosyadan.
Eşek kafam. Patron bir tomar para vermişti. “Niye verdi” hatırlasana... Hemen uyanıyorum.
Odalaran birine giren arşivciye yaklaşıp, “Abi sen bir daha bak. Daha geçen çıkartım. Oradadır” derken aynı zamanda yaka cebine bir onluk yerleştiriyorum. Dosya iki dakikada geliyor.
Şimdi dosyayı alıp, yazıcı hanımlardan birinin yanına gidiyorum. Kadının daktilodaki elleri birbirine girmiş, çatır çatır yazıyor. İki yanı onlarca dosya.
“Abla kolay gelsin. Küçük bir karar değişikliği olacak da” (O zaman müdür dahil hepsinin ismini biliyor ve isimleriyle hitap ediyordum)
“İyi koy en alta. Ama bugün bitmez senin işin. Çok dosya var.”
Muhasebeci bir günde on tane kurum dolaşır. Hepsinde işlerini halletmek zorundasın. Yarına başka işler var. Amir, memur, şef hepsiyle iyi geçinmen, iyi ilişki kurman; hâl hatır filan sorman işini kolaylaştırırdı.
“Aman abla, bugün halletmem lâzım”
Gülerek bana bakıyor. 'Oğlum uyansana...'
Hemen dosyanın içine bir yirmilik... Bizimki alıyor dosyayı, para çekmeceye...
İkinci veya üçüncü dosyadan sonra benimkini de iki dakikada yazıyor.
Yazıyor ama iş daha bitmedi ki, en çetinine geldik.
Şefe gidiyorum. İmzaya. Eee artık işi şansa bırakmak yok.
Ancak mevzu burada biraz farklı işliyor. Şefin yanına oturuyorsun. Dosyayı verirken, açtığı çekmeceye parayı salıveriyorsun. O esnada paranın rakamları şefin radarlarına takılıyor. Alınan şirket kararına göre; yani örneğin şirkette hisse devri varsa, şef paraya doymaz.
Benim dosyadaki kararda cümle düşüklüğüne takıyor. “Bu kararı yeniden yazdır.”
Armudun sapı, üzümün çöpü...
Nasıl ya. Yeniden şirkete git. Ortakları topla imza için. (Galiba noter tasdiki de gerekiyordu. Yanılıyor olabirim) haydi yeniden sicile geri dön. O gün hallolması imkânsız.
Cebinde para kaldıysa biraz daha koltuk çıkıyorsun şefe. Yoksa kıvran dur. Nuh dediyse...
Dosyanın içine parayı geri koyuyor. Uzatıyor sana.
Etme, eyleme...
Umurunda değil. Bekleyen onlarcası var.
Dehşet verici rüşvet çarkının içinde aylarca, un ufak oldum. Bu işi yapacaksan, oradan rüşvet vermeden çıkman imkânsızdı.
Meseleyi bilmeyenler abarttığımı sanacaklar, sağlamasını yapmanız çok kolay. 45 yaş üstü tüm muhasebeciler, 80'li yıllarda İstanbul Ticaret Sicil Memurluğu'nda rüşvet mekanizmasının nasıl işlediğini size anlatacaktır.
Mekanizmanın bozulması hatırladığım kadarıyla, 90'ların başında oldu. Oradaki tüm memurları dağıtmışlar. Sicil Memurluğu'nu, İstanbul Ticaret Odası bünyesine almışlar.
Rüşvetin kurumsallaştığına dair daha iyi bir örnek verilebileceğini sanmıyorum.
Rahmetlik babam rüvşet alma ihtimalim olduğu için polis olmama izin vermemişti. Bilmeyerek rüşvetin batağına attı.
Ona bundan hiç söz etmemem, içimi rahatlatan tek teselli.
Muhasebe bürosundan ayrılarak mesleğe bir şirkette devam etsem de, artık iflâh olmadım. Kısa süre sonra meslekten ayrıldım.
Dindarlığın ölçüsü...
AKP iktidara geldiğinde, devletin tüm kadroları haliyle etkilendi(!) birçok devlet memuru namaz kılmaya, cumaya devam etmeye başladı. Kadınlardan baş örtüsü takanlar da az değil. Kraldan çok kralcı olmayı her zaman benimseyen bir toplum olarak, çok görmemek gerek.
Tayyip Erdoğan'ın “dindar nesil” mühendisliği ise, son olaylardan sonra daha çok tartışma yaratması gereken bir ütopya.
İmam hatip mezunu bir banka genel müdürünün evinden çıkan 4.5 milyon doları, “imam hatip”e bağış şeklinde açıklamasıyla, bir kamu görevlisinin camide rüşvet almasını; hükümetin ilk günden itibaren, toplumun her katmanına “dindar zorlaması”nın zahirdeki zuhuru mudur?
Dindarlığı, namaz ve başörtüsü arasına sıkıştırarak, 'dini idraka' pranga vurmak en büyük zulüm değil midir?
“Ben yüksek ahlâkı tamamlamak üzere geldim” diyen bir resulûn ümmetinin düştüğü zilleti görmek gerek.
Tek liyakatın “namaz” olduğu toplumlarda, sahtekâr, zinakâr ve düzenbaz kifayetsiz muhterislerin “dindar kadrolaşma”yla çöreklendikleri kurumlardaki işleyişi varın siz düşünün.
Yeşilaycı başbakanın, mühendislikteki yüksek lisans tezi olan, "sigarayı bırakın" çalışması sonucu, zamların sigara üzerindeki dayanılmaz ağırlığını kaldıramayan tiryakinin, kaçak sigaraya yönelmesi, milyarlarca liralık kaybın yanında, PKK'ya da kaynak sağlaması, nasıl açıklanabilir.
İnsanların alkol kullanmaması için vergi üstüne vergi koyan, gece 22 yasağı getiren başbakanın, “Kimse içmesin” ısrarının, alkol kullananlardaki yansımasını görebiliyor mu?
Alkol ve sigara nedeniyle halkının sağlığını ve ukbasını tehlikeye atmasına dayanamayan dindar bir başbakanın iktidarında, eskiden haftada bir oynanan at yarışlarının, yedi güne yayılması ve iddia, loto gibi şans oyunlarının icadı halkını oyalacak başka argümanların bulunması açısından da manidardır.
Şunu da eklememiz elzem: İslam dinine göre büyük günahlar kategorisinde yer alan; Zinanın yine dindar başbakan döneminde, suç olmaktan çıkarılmasının değerlendirilmesini size bırakıyorum.
“Namaz kıl, içki içme: Bizdensin. Gayrı ne yaparsan yap. Yürü yolun açık, arkanda biz varız.” Anlayışı, her türlü yolsuzluğa cevaz vermek değil midir?
“Taraf olmayan bertaraf olur” diyecek kadar, oy rantı için halkını bölmekten çekinmeyen bir başbakanla, hiçbir dönem karşı karşıya kalmadık.
İktidar hırsının tavan yaptığı, gücün başdöndürücü vahasında, hurma gölgesinde; halkına beslenme diyeti olarak çay-simiti(*) reva gören başbakanın, fantezi dolu hûlyalardan nasıl uyanacağını merak ediyorum doğrusu.
Sözün özü olarak, Ahmet Hakan'ın Gezi Olayları esnasında yazdığı makaleden alıntıyla bitirelim: “Bir kişi, tek bir kişi hem mimari dehası, hem ahlak filozofu, hem meydan düzenlemecisi, hem Ortadoğu fatihi, hem gündem değiştirme şampiyonu, hem tıp doktoru, hem sosyal mühendislik gurusu, hem din âlimi, hem tarih bilgini, hem bağımlılık uzmanı, hem 75 milyonun yaşam koçu, hem de televizyon eleştirmeni olamaz... Olmaya kalkarsa bir yerde arıza çıkar”
Çıktı netekim!!!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.