Türkiye iklim politikasını en başında beri gelişmiş ülkelerle kıyaslanmaması gerektiği argümanı üzerine kurdu. Burada haklılık payı var. Türkiye'nin sera gazı emisyonları 2013 yılında küresel emisyonların yüzde 0,94'üne denk geliyordu. Kişi başına düşen emisyonlarda ise 6,04 ton ile dünya ortalamasının biraz altında, 182 ülke arasında 81. sırada yer alıyoruz.
Bu verileri baz alan Türkiye, net bir azaltım hedefi yerine artıştan azaltım hedefi belirledi. 1990-2013 arasında emisyonlarını %110 oranında artıran Türkiye, emisyon artışının devam edeceğini, bununla beraber 2030 yılında emisyonlarını, herhangi bir iklim politikası uygulamayacağı referans senaryoya kıyasla %21 oranında azaltabileceğini söyledi. Bu taahhüdün tercümesi şöyle: Türkiye herhangi bir iklim politikası uygulamadığı durumda seragazı emisyonlarını 15 yıl içerisinde bugünkü değerinin 2,5 katına, 1 milyar 175 milyon tona çıkaracak. Bunu yaparken de, emisyon artış hızını ikiye katlayacak. Türkiye’nin Paris için verdiği taahhüt ise emisyon miktarını 929 milyon tonda sınırlamak. Bu senaryoda kişi başına düşen emisyon rakamı 11 tona (nüfus 2030’da 86 milyonu bulursa ) yaklaşacak. Bunu yaparsak, kişi başına düşen emisyonda Japonya, Almanya ve İngiltere gibi ülkelerin, bugünkü AB ortalamasının bile üstüne çıkacağız. Türkiye’yi pazarlık masasında zorlayan rakamlardan birisi bu.
Türkiye'nin ulusal katkısını diğer gelişen ülke ekonomileriyle kıyaslayınca, ekonomimizin geleceğine ilişkin önemli ipuçları yakalamak mümkün. Dünya ekonomisinin ve sanayi üretiminin lokomotifi haline gelen Çin, “kişi başına” göstergelerde Türkiye'ye benzer gelir, enerji kullanımı ve karbon emisyon rakamlarına sahip. Çin, ulusal katkı beyanında emisyon artış hızını yavaşlatacağını, emisyonların 2030 yılından önce zirve değerine ulaşıp aşağıya doğru yöneleceğini belirtti. Başka bir gelişen ülke Meksika ile ekonomisi neredeyse tamamen kömüre bağlı olan Güney Afrika da 2030'a kadar emisyonlarında düşüş eğilimini başlatacaklarını ortaya koydu. Meksika hem milli gelir hem de kişi başına düşen emisyon miktarında Türkiye ile hemen hemen aynı durumda ama 2030 yılı taahhüdü Türkiye’den daha iddialı.
Melbourne Üniversitesi’nin yaptığı bir çalışma, Türkiye’nin pazarlık masasında işini zorlaştıracağa benziyor. Çalışmada, yapabileceğinden az taahhütte bulunan ülkeler deşifre ediliyor ve ülkelerin indiriyormuş gibi yapıp aslında arttırdıkları emisyonlar da “sıcak hava” diye adlandırılıyor. Avustralya’daki üniversitesinin son çalışmasında Türkiye’nin 2030 hedefinin olağan durum (referans) senaryosunun üzerinde ve 506 milyon ton sıcak havaya sahip olduğunu belirtiyor. Türkiye, alabileceği hedefi almayan ülkeler arasında dünya ikincisi de denebilir. Birincilik koltuğunda ise 533 milyon tonla Rusya yer alıyor. Sıcak hava meselesi önemli çünkü Türkiye’nin de yer almak istediği emisyon ticareti mekanizması, Kyoto döneminde ortada fazla sıcak hava olması nedeniyle çalışmamıştı. Ülke hedefleri gerçekçi olmazsa karbon hisselerinin fiyatları düşük kalıyor ve emisyon ticareti işlemiyor.
Türkiye'nin 2030 yılında emisyonları, BM'ye sunulmuş referans senaryonun %47, emisyon azaltım senaryosunun ise %33 aşağısında gerçekleşebilir. Enerji verimliliği ile yenilenebilir enerji kaynaklarına öncelik verilmesi ve karbon vergisi, bunu başarabilmek için ilk akla gelen araçlar. Böyle bir dönüşümün maliyeti yüksek değil. Ekonomik büyüme ile emisyon azaltımı el ele yol alabilir. Emisyon azaltımını programını uygulama koymada geciktiğimiz takdirde ise maliyetler oldukça yükselebilir, eksi büyüme rakamları söz konusu olablir.
Türkiye'nin hedefleri, ne AB hedefleriyle, ne de diğer gelişen ülke ekonomileriyle uyumlu. Bunun başlıca nedeni, elektrik üretiminde kömür kullanımının önemli oranda artmasını öngören enerji politikaları. Enerji Bakanlığı'ndan üst düzey temsilciler yeni iklim anlaşması devreye girmeden kömür yatırımlarını tamamlamamız gerektiğini boşuna tekrarlamıyorlar. Türkiye emisyon konusundaki bütün sorumluluğu elektrik üretim sektörüne yıkmış gibi gözüküyor. Enerji verimliliğinin nasıl geliştirileceği, sanayide nasıl bir dönüşüm sağlanacağı, ulaşım altyapısının fosil yakıtlardan nasıl arındırılabileceği gibi kritik konulara iklim politikamızda ya da stratejik planlarda yeterince yer verildiğini söylemek zor.
Paris'e giderken, ülkelerin sunmuş olduğu ulusal katkılar, yüzyılın sonunda 2,7 – 3,7°C daha sıcak bir gezegene işaret ediyor. Mevcut taahhütler, iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerinden korunmamız için yetersiz. Ancak, bir dönüşümün başladığını da görmek gerekiyor.
Dünyanın bir numaralı kömür tüketicisi olan Çin kömür kullanımını sınırlandırmaya hazırlanıyor, Dünya Bankası, EBRD ve ihracat-ithalat bankaları da dahil olmak üzere pek çok finans kurumunun kömür yatırımlarından elini çeliyor. Kömürün hem finansmanı hem de toplumsal kabulü zorlaşıyor. Dünya Ticaret Örgütü, düşük emisyonlu mal ve hizmetlerin gümrük muafiyetine tabi tutulmasını müzakere ediyor. Gelişen ülke ekonomileri kendilerine enerji ve karbon yoğunluğu düşük kulvarlar yaratmaya çalışıyor.
Türkiye'nin iklim değişikliğiyle mücadeleye ulusal katkısının, enerji ve sanayi politikalarının bu gerçeklerle uyumu ise tartışmalı. Türkiye'nin de bir an önce düşük karbonlu kalkınma kulvarına girmesi gerekiyor. Türkiye daha önceki süreçlerde geç kaldı ve mevcut, çevre ve sağlık açısından sorunlu enerji sistemini yenileme fırsatını da kaçırmış oldu. Bu defa, daha gerçekçi bir hedefle hem iklim değişikliğinin etkilerini azaltabilir hem de enerjide fosil yakıtlardan yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğine geçişi sağlayan atılımı gerçekleştirebilir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.