Kuzey ülkelerine karşı hep bir hayranlığım olmuştur.Sanırım bilgelik ve savaşma yetileri yüksek olduğundan.Pek çok uygarlık için dünyanın miti yazılmış , çizilmiş şimdiye kadar.Ama hiçbiri İskandinav mitleri gibi destansı değil. Mitler, genellikle doğaüstü kişileri, eylemleri ya da olayları anlatan ve doğal ya da tarihsel olgular hakkındaki yaygın bazı kanıları somutlaştıran, tamamen kurmaca bir öykülerdir.İskandinav mitleri doğaüstü varlıklar ve olaylarla ilgilidir ve bu yüzden, Orta Çağ yazarlarının bize aktardıkları pagan/İskandinav düşünce tarzını anlamamıza yardımcı olabilirler.
İskandinavya’da tapılan tanrılara ilişkin efsanelerin yanı sıra ‘Sağa’ denen ve kahramanların haydutların, hayaletlerin, canavarların deniz krallarının köylülerin cücelerin aşk ve serüvenlerinin anlatıldığı öyküleri de vardır. İskandinav mitolojisi günümüz dünyasında mitoslarda geçen tanrılar ve simgeler yönüyle oldukça bilinir bir durumdadır .Örneğin ’Yüzüklerin Efendisi’ kitap ve film serisi temeline bu mitosları oturtarak şekillendirilmiştir. Yazar Tolkien’in Orta Dünya (Middle Earth) adı İskandinav mitolojisindeki dokuz dünyadan insanlara ait olan Midgard’dan esinlenilerek yaratılmış. Cüceleri yaratan Äule demirciler tanrısı balta kullanan Thor’la önemli benzerlikler taşıyor. Tolkien’in kullandığı çoğu cüce adı ve bunların yanında Gandalf da İskandinav mitolojisi kökenli. Ayrıca Gandalf’ın tanrı Odin ile kimi benzerlikler taşıdığı görülüyor.
Odin de Gandalf gibi uzun sakallı asa taşıyan yaşlı bir adam olarak anlatılır. Runik alfabeyi insanlara hediye eden kişi Orta Dünya’da Gandalf İskandinav mitolojisinde ise Odin’dir. Her ikisi de sıradan insanların anlayamadığı görevler uğruna tek başlarına seyahat ederler. Gandalf’ın atı Shadowfax Orta Dünya’nın en hızlı atıdır Odin’in sekiz bacaklı atı Sleipnir gibi. Ancak Odin İskandinav mitolojisinin en üstün tanrısıyken Gandalf kendisinden üstün güçlerin emirlerine uyar. Ayrıca Odin Gandalf’a göre daha zalimdir ve kişisel hırslara sahiptir.Adam koca Valhalla yöneticisi.Olacak o kadar değil mi?
Valhalla, tanrıların diyarı Asgard‘da bulunan geniş ve kocaman bir kabul salonudur ve Odin tarafından yönetilir. Burada Odin, savaş esnasında kahramanca savaşıp ölenlere bir ziyafet hazırlatır ve onlarla beraber bu eğlenceye katılır.
Huzurlu bir şekilde ölenler Valhalla‘ya gelemezler. Ayrıca doğum yaparken ölen kadınların da Valhalla‘ya kabul edildiği de söylenir. Kadın veya erkek fark etmeksizin, savaşta ölen herkes Valhalla‘ya girmeye hak kazanır. Savaş meydanında ölenlere Einherjar denir ve Valkürler (savaşçı bakireler) tarafından at sırtında büyük salona taşınırlar.
Ziyafette yemek olarak yaban domuzu Schrimnir‘in eti ikram edilir ve bu domuzun eti salondaki herkes ama herkes için yeterlidir. Bu yaban domuzu her sabah pişirilmesine rağmen, her gece tekrardan bir bütün haline gelir. Savaşçılar, içecek olarak keçi Heidrum‘un sütünden yapılan bal şarabından bol bol faydalanabilirler.
Ziyafet çekmedikleri zamanlardaysa birbirleriyle savaşıp, dövüşerek eğlenirler. Her gün atlarını meydana doğru sürüp birbirlerini parçalara ayırana kadar kavga ederler. Boş zaman aktiviteleri bu şekildedir, ancak yemek zamanı geldiğinde herkesin yaraları iyileşir ve hepsi Valhalla’ya ziyafet çekmeye geri döner.
Vikingler savaşçı bir millet olduklarından dolayı dini inançları ve kültürlerindeki mitolojik figürler savaşçıları ve savaşta ölenleri yüceltecek niteliktedir. Savaştaki acımasızlıkları ve korkusuzlukları yüzünden birçok millet tarafından barbar olarak tanımlanan bu insanlar hiç şüphesiz inançlarının bir getirisi olan duygulardan ötürü bu denli korkusuzdular.
Buna ek olarak; onlarınki gibi bir toplumda ölümsüz olmanın tek yolu kahramanlıktan, cesaretten ve en nihayetinde ölümden geçer.
Ölmek veya öldürülmek korkutucu bir şey değil aksine bir onurdu çünkü birinin ölümü ne kadar kötü, dayanılmaz ya da acılı olursa onun hakkında bir destan yazılma olasılığını artırır ve o kişi halk şarkılarında, uzun destanların satır aralarında yaşar.Dünyadaki her mitolojik anlatının kendine özgü tarihsel ve sosyal bir şekillenişi vardır. İskandinav mitolojisinin de böyledir. Örneğin Hıristiyanlığın İskandinavya’ya, özellikle uzak İzlanda Adası’ na girmesinin gecikmesi ve ancak MS. 1100’den sonra kurumlaşması efsanelerin kendini korumasına yol açan faktörlerden biridir. Yine bu şekillenişe katkı yapan bir diğer odak çeşitli kültürel toplulukların aynı coğrafyayı paylaşmasıdır. MÖ 1000’li yıllardan sonra Avrupa ülkelerinin büyük çoğunluğunda Hint-Avrupa dilleri yaygınlık kazanmaya başlamıştı. M.Ö. ilk bin yılın ortalarından itibaren Germen kabileleri kuzey İskandinavya’da ve kuzey Almanya’da yaşadılar.
Aynı coğrafyayı paylaşmak beraberinde sosyal ve kültürel bir etkileşimi\kaynaşmayı getirdi. M.Ö.1000 yıl sonrasında birçok Avrupa ülkesinde Indo-Avrupa dili konuşuluyordu. Temel olarak bu nedenle İskadinav ve Alman mitolojileri temelde ortak bir kültürel yapıya sahiptir. ( Romalı Julius Caesar (Sezar) ve Tacitus’un gözlemleri dışında Germen mitolojisi Hıristiyan kaynaklarına dayanmaktadır. Eski İskandinav mitlerini tercüme eden ve bu konuda temel kaynaklardan en önemlisi kabül edilen İzlandalı tarihçi Snorri Studuson’dur (M.S. 1179-1241) “Prose Edda”adlı kitabıyla..). En önemli mitolojik hikâyeler uzak geçmişte bir zamanda Vanir ve Aesir arasında çok vahşi bir savaşın çıktığından bahseder. Bazı araştırmacılar bu savaşı Alman ırkının diğer ırklarla karşılaşmasının bir yansıması olarak görürler. Georges Dumezil ve Jan De Vries tanrılar arasındaki savaş ve bölünmenin Indo-Avrupa mitolojisinin bir parçası olduğunu ortaya çıkardılar. İskandinav mitolojisini daha iyi kavramak için tarihin biraz daha gerilerine gitmek gerekli..
Finlandiya tarihi; bugünkü Finlandiya devlet sınırları içinde kalan bölgenin ve Fin milletinin tarih boyunca yaşadığı süreçleri, geçirdiği evreleri ele alır. Finlandiya tarihi; bağımsızlık mücadeleleriyle, hukuk ve adalet arayışıyla parlak bir tarih olduğu kadar; yaşadığı kıtlıklarla, feda ettiği, savaşlarda kaybettiği insanlarla da hüzünlü bir tarihtir.
Buzul çağı sonrasında bugünkü Finlandiya bölgesine ilk yerleşimler başlamış ve bilinen Finlandiya tarihi de başlamıştır. Araştırmalara göre M.Ö. 8000-5000 yılları arasında bu bölgeye insanlar yerleşmiş ve hayat başlamıştır.
Finlandiya tarihinin bir diğer yönü ise bugün Fin olarak bilinen milletin kökeninin Orta Asya’ya dayanmasıdır. Finler eski zamanlarda Orta Asya’dan bugünkü Finlandiyaya göç etmişler ve burada kendi kültürlerini oluşturmuşlar. Zaten dilleri Türkçenin de içinde bulunduğu Ural-Altay dil ailesinin; Macarca, Estonca ile beraber Ural alt dalına mensuptur. Finlandiya tarihi boyunca Fin halkının Türklerle benzer şekilde mücadelelere giriştiğini ve dillerinin Türkçeyle benzerliklerini apaçık görmek mümkündür. Finlandiya tarihi ile Türk tarihinin ortak yönleri ve Türk-Fin kökenine dair araştırmalar da bulunmaktadır.
Finlandiya tarihi geldiği kökenlere rağmen göç ettiği bölge ve egemenlikleri altında yaşadıkları milletler gereği Finlerin zamanla Nordikleşmesi; yani Norveç, İsveç, Danimarka gibi Viking kökenli milletlere benzemesi ile sürmüştür. 1155 yılından 1809 yılına kadar Finlandiya tarihi İsveç boyunduruğunda devam etmiştir. Bu dönem Finlerin asimile olmasının büyük bir kısmını oluşturur. Buna rağmen Finler söz edilen dönem boyunca Avrupa tarzı anayasa, hukuk, adalet düzeni gibi konulardan İsveç Krallığı vesilesiyle haberdar olmuş, bu da Finlandiya tarihi boyunca ilk defa bir bağımsız Finlandiya tohumlarının atılmasında etkili olmuştur.
1809 yılında Rus hakimiyetini giren Finlandiya; Özel Çar Dukalığı olarak kabul edilmiş ve Finler geniş haklar elde etmiştir. 1865 tarihinde Finlandiya kendi para birimi olan Markka’yı çıkarmıştır. 1863’te Fince idari işlerde yerini almış ve 1892 tarihinde eşit resmi dil olmuştur. 1809’dan Bolşevik İhtilaline kadarki zamanı kapsayan bu dönem Finlandiya tarihi açısından dönüm noktasıdır. Çünkü yüzyıllar sonra Finlandiyalılar kendi kültürlerini yaşama, geliştirme fırsatı bulmuşlar ve bağımsızlık fikrinden söz etmeye cesaret eder olmuşlardır. 1905’te Rusların Japonlara yenilmesinden istifade eden Finlandiya; ilk parlamentosunu kurmuştur. Bu adım, bağımsızlığa giden yolda emeklemekten yürümeye geçiş niteliğindedir.
Sovyet Devrimi ile Finlandiya 6 Aralık 1917’de bağımsızlığını elde etmiştir ve bağımsız Finlandiya Sovyetler Birliği tarafından tanınmıştır. Sovyetlere katılmak isteyen ve bağımsızlık isteyen gruplar arasında süren iç savaşlardan sonra Temmuz 1919’da Fransız tarzına benzeyen ilk Finlandiya Anayasası kabul edilmiş ve Finler kendi bağımsız cumhuriyetleri altında yaşamaya başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’na kadar süren bu dönem boyunca ülke kurumları epey gelişmiş, ülke kalkınmış; Fin halkı, Finlandiya tarihi boyunca en parlak dönemlerinden birini yaşamıştır.
Fakat 1939’da Sovyetler Birliği Finlandiya’dan toprak talebinde bulunmuş, Finlandiya ise bunu reddetmiştir. Bunun üzerine iki ülke arasında savaş başlamıştır. 3 yıl boyunca direnen Finler en sonunda barışı kabul etmek zorunda kalmışlardır ve doğu topraklarının bir kısmını Ruslara vermişlerdir. Finlandiya daha sonra Almanya’nın yanında savaşa girerek bu toprakları geri almak istese de yine yenik düşmüş, ayrıca ülkenin kuzeydoğusunun bir kısmını Ruslara vermek zorunda kalmıştır.
Bunların yanı sıra Finlandiya’nın Rusya’ya savaş tazminatı ödemek durumunda kalması; Finlandiya tarihi boyunca en büyük seferberliğe vesile olmuş, bu azim bugün Finlandiya’yı en gelişmiş endüstriye sahip ülkelerden biri haline getirmiştir.O dönemde 4 milyonluk bir nüfusa sahip Finlandiya 100 000 insan kaybetmiş, 400 000 Fin vatandaşı yurtlarından olmuşlardır. Bu, Finlandiya tarihi boyunca ödenen en ağır bedeldir. Ama Fin halkı pes etmemiş, bunca zorluğun üstesinden gelerek Finlandiya tarihi boyunca en refah ülkelerini yaratmışlardır.
Refah seviyesi yüksek olmasına rağmen uzun seneler yaşanabilecek bir yer olup olmaması ise bence tartışılır.İnsan sayısı zaten oldukça az.Gezim esnasında kiminle konuşursam konuşayım yılın belli bir dönemi burada ( özellikle kış aylarında ) yaşadıklarını kalan zamanda da farklı bir coğrafyayı tercih ettiklerini söyledi.
Finlandiya’da görülebilecek ilk yer Helsinki sanırım. Stockholm halkının dayatması ve ‘’şehir merkezindeki hiçbir yapı parlamento binasının yüksekliğini geçemez” yasası sayesinde binaların en fazla 7-8 kat olduğu Finlandiya’nin başkenti. İstanbul, Paris, Roma gibi önemli tarihsel geçmişe sahip başkentlerle kıyaslayınca, çok “yeni” bir şehir. Küçük olmasına rağmen toplu taşıma konusunda “ işte medeniyet” dedirtiyor. Denizi bizim alıştığımız mavi-turkuaz değil de daha çok yesil-kahverengi,Bazen de hafif grimsi.
Senato Meydanındaki Lutheryan ‘’ Beyaz katedral ‘’,Uspenskin Katedrali ve Temppeliaukion,Kansallismuseo müzesi,Kiasma ,Sinebrychoff, Hvittrask , Finlandia hall, Opera binası, Olimpiyat Stadyumu, Belediye Sarayı, Senato Binası, Başkanlık Sarayı, Bank of Finland, postane binası, merkez tren istasyonu Rautotientori görmeniz gerekenler arasında.
Şehirdeki etkinlikler de çeşitlilik gösterir. Haftanın her günü bir veya birkaç müze 17:00-20:00 saatleri arasında ücretsiz gezilebilir. Karaoke barlar çok popülerdir. Bütün otellerde, mağazalarda ve bilgi merkezlerinde bulunabilen haritalar ve haftalık-aylık rehberler ile kenti sanki yıllardır orada yaşıyormuşçasına rahat gezebilirsiniz. Zaten yollar çok düzenli, trafik sakin.
Genellikle fince ve isveççe kitap-dergi satılmakla birlikte, zaman zaman tek tük ingilizce eserlere de rastlanır.Oldukça uygun fiyata güzel kitaplar bulabilir.Ayrıca entellektüel ve insan canlısı dükkan sahipleri ile sohbet de edebilirsiniz.
Herşey kitaplar kadar uygun değil tabii.Yemekler oldukça pahalı.Helsinki’de yürürken kıyıda köşede gördüğüm bir satıcıdan kalpak almak istemiştim. 450€ -1500 € arasında fiyatlardan bahsedildiğinde , birden aslında kalpak almanın ne kadar gereksiz olduğunu anlıyorsunuz.
İnsanlar son derece bireysel yaşıyor.Belki de bizim kültürümüze göre ‘’ kaba ‘’ olarak da nitelenebilir.Biri yolda yürürken omzunuza çarpabilir,ne durup özür diler ne de yüzünde ve tavrında bir ifade değişikliği oluşur.Gündüz içmeye başlarlar.Sarhoş olup yollara işerler.Kafası bozulur , kız arkadaşına saydırır.Ama yine de güzeldir Helsinki..
Helsinki’ye geldikten sonra Rovaniemi ‘yi görmeden gitmemek gerek. Laponya bölgesinde yer alan küçük ve tabii yine soğuk bir kasaba burası. Küçük olmasına rağmen yapılabilecek pek çok aktivite de bulunuyor. Bunların arasında en çok Kuzey ışıkları masalsı ve büyüleyici olarak adlandırılabilir.Yani bayılarak araştırdığım ve büyülenerek baktığım ışıklar , Aurora Borealis..Tabii ki her mucizenin olduğu gibi bunun da bilimsel bir açıklaması var.
Auroralar, Güneş fırtınalarının uzaya yaymış olduğu yüklü parçacıkların Dünya’nın manyetik alanı ile etkileşmesi sonucu oluşan göz alıcı ışıklardır. “Kutup Işıkları” da denilen bu parıltılar, tarih boyunca insanları büyülemiş muhteşem ışık şovlarıdır.
Kuzey ve Güney kutup noktalarında gözlemleyebildiğimiz Auroralar, Aurora Borealis (Kuzey Işıkları) ve Aurora Australis (Güney Işıkları) olarak da bilinirler.Solar rüzgarlarla Güneş’ten yaklaşık saatte 1 milyon mil hızla uzaya fırlatılan ve hayli yüksek oranlarda yüklü elektronlardan oluşan parçacıklar, Güneş’ten ayrıldıktan neredeyse 40 saat sonra Dünya’nın çekirdeğinin ürettiği manyetik güç çizgilerini izleyerek manyetosfere ulaşırlar ve atmosferde bulunan elementlerle etkileşime girerler.
Bilim insanı Celsius, 1741 yılında Auroraların meydana getirdiği manyetik akımları, manyetik kontrolün kanıtı olarak tanımlamıştır.Kristian Birkeland ise 1908 yılında manyetik akımın Aurora arkı boyunca bu tür partikül hareketlerinin genellikle gün ışığından karanlığa doğru, Doğu-Batı doğrultusunda hareket ettiğini savunmuştur. Bu yönlenme hareketi daha sonra “Aurorasal Elektron Hareketi” ismini almıştır (ayrıca Birkeland akımı olarak da bilinir).1800’lü yılların sonunda, Alman gökbilimci Hermann Fritz ‘in katkılarıyla Auroranın çoğunlukla “Aurorasal Bölge” de görüldüğü saptanmıştır (Aurorasal Bölge Dünya’nın manyetik kutbunun çevresinde yaklaşık 2.500 km çapında halka şeklinde bir bölgedir). Bunun dışında oluşabilecek güçlü bir manyetik fırtına, geçici olarak Aurasal ovali genişlettiğinde, nadiren ılıman enlemlerde de görülebilir.
29 Temmuz 1998 yılında THEMIS uzay sondaları ilk kez Auroralara sebep olan manyetosferik fırtınanın başlangıcını görüntülemeyi başarmıştır. Sonda, Aurorasal yoğunlaşma başlamadan 96 saniye önce manyetik temas fikrini kullanarak ölçüm yapmış ve bunun üzerine astronom Vasilis Angelopoulos “Verilerimiz ilk kez açıkça gösteriyor ki manyetik temas bu olayın tetikleyicisidir.” ifadesini kullanmıştır.Büyük manyetik fırtınalar, yaklaşık olarak 11 yılda bir gerçekleşen Güneş lekesi döngüsü ile en yoğun noktalara ulaşırlar. Bu fırtınalar, takip eden 3 yıl boyunca da etkisini sürdürebilir.Aurorasal Bölgenin içinde Auroranın meydana gelme olasılığı, genel itibariyle IMF (Gezegenler arası manyetik alan) çizgilerinin eğimine, özellikle de güney yönlü olmasına bağlıdır.Solar rüzgar partikülleri çarpışır ve Dünya’nın manyetik alan çizgileri boyunca hızlanırlar. Bu sebeple iyonize olan atmosferin üst kısımlarındaki (80 km den yukarısında) oksijen ve nitrojen, bu parçacıklar tarafından uyarılırlar.
Elektron kazanan nitrojen (azot) atomları ile uyarılan oksijen atomlarının temel enerji düzeyine dönüşümüyle foton salınımı ortaya çıkar. İşte gökyüzünde gördüğümüz Auroralar, bu fotonlardır.Tüm bu manyetik ve elektriksel kuvvetler, sürekli kayan kombinasyonlarla birbirleri ile etkileşirler. Bu kaymalar ve akışlar , 50,000 voltta 20,000,000 ampere kadar ulaşabilen atmosferik akımlar boyunca “Aurora’nın Dansı” şeklinde görülebilmektedir.
Auroraların renkleri, hangi atomla çarpıştığına ve karşı karşıya geldikleri yüksekliğe bağlıdır.Oksijen: Yeşil veya kahverengimsi kırmızı, absorbe edilen enerjinin miktarına bağlı olarak 240 km yüksekliğe kadar yeşil, bunun üzerinde ise kırmızı renktedir. Oksijenin başka bir atom veya molekülle çarpışması yüksek enerjisini emecek ve temel hale geçmesine engel olacaktır. Atmosferin üstünde yüksek oranda oksijen bulunur, Bu tür çarpışmalar, seyrek olduğu için oksijen kırmızı ışık yayabilir. 240 km’den aşağıya indikçe, çarpışma olasılığı artar ve böylece kırmızı renk oluşamaz. Bunun temel sebebi, başka bir atom veya molekülle çarpışmaların, temel hale geçmesine engel olacak ve sonunda yeşil ışık yayacak olmasıdır. Nitrojen (Azot): Mavi, veya kırmızı. Bunun dışında atom iyonize olduktan sonra tekrar elektron kazanırsa mavi ışık oluşacaktır. Yüksek enerji seviyesinden temel seviyeye geri dönüyorsa kırmızı ışık yayacaktır. 90 km yüksekliğe kadar mavi bunun üzerinde ise kırmızı ışık görülecektir.
Haski turuna katılmak,geyiklerin çektikleri kızaklara binmek ya da benim yaptığım gibi olayı ciddiyetle ele alıp İleri derece Geyik Sürüş Ehliyeti almak ( tüm schengen ülkelerinde geçerli ),Noel Baba köyünü ziyaret etmek ve deliler gibi alışveriş yapmak ,Noel Baba Postanesinden özel Noel Baba pullarıyla sevdiklerinize kart yollamak,Nili Restorana gidip Ayı eti yemek , Buz oteli ziyaret etmek ,Rauna vahşi yaşam parkını görmek ve kar motoru safarisi yapacaklarınız arasında olabilir. Bu arada muhakkak Moon Boat tarzı kar botunuzu,termal içliklerinizi, atkınızı , eldiveninizi yanınıza alın. Daha fazlası için yörüngede kalmaya devam edin..